Wednesday, May 12, 2010

Ögrenci Ürür, Kervan Yürür

WARNING:  NO ENGLISH HERE.  THIS IS THE DOG STORY FROM TWO MONTHS AGO

Fenerbahçe Lise'de öğretirken...

Sabahlarım

Jeff Gibbs

Zor ya! Erken kalkmak zor, benim için. Bu günlerde saat beş buçukta
ayaktayım ama ne zihnim ne bedenim uyanık. Penceremden baktığımda,
gökyüzü pembe ve altın ışıkla yanıyor, Jeff yüzü bembeyaz, gözlerim
kırmızı, yanıyor. Ben her saba böyleyim. Zorla giyinir, zorla çıkarım. İşyerime beni götüren bir servis var. Saat yediyi on gece kalkar. Her sabah ben geç kalıyorum ama benim yüzümden değil sanırım. Bir sabah benim cep telefonumun saatine göre saat yediyi beş geçiyordu. Ama servisteki saatine göre on iki geçiyordu.
'Hocam, geç kaldınız! Beklettiniz!' dedi şoför, gülerek. Saatim geri kaldığını sandım. Ertesi sabah beş dakika ileriye ayarladım ama yine 'Hocam, geç kaldınız! Beklettiniz!' diye söylendi, yine
servisteki beş dakika ilerideydi. Bir iki hafta böyle devam etti.

Sevgililer günü için hediye olarak sevgilimden bir kol saati aldım. Onu kendisi ayarlamıştı. Fakat,
ertesi gün servise gittiğimde, şoför

'Hocam, geç kaldınız ya' diyerek söylendi.

Şüphelendim. Gelecek sabah uydudan saati alan bilgisayarımın saatine göre hem kol saatimi hem de cep telefonumun saatimi ayarladım. Çıktım, gittim. Şoför, yine, gülerek,

'Hocam, geç kaldınız ya!'

Allah Allah! Tamam, dedim, kendi kendime. Bir deneme yapayım. Ertesi sabah,
ev arkadaşımın saatini de ödünç alıp taktım. Yani benim ayarlamadığım iki kol saatim
vardı. Ayrıca de cep telefonumunki vardı. Yoldayken her geçtiğim dükkanın duvar saatine bakarak benimkini kontrol ettim. Yolda yürüyen birine sorarak da kontrol ettim. Tam zamanındaydım. Hatta
biraz erkendim. Saatlerimin hepsi yediyi beş gece gösteriyordu. Kendimden emin olarak servise bindim. Şoför gülerek:

'Hocam ya. Geç kaldınız! Bekledim!' dedi yine.

'Ama' dedim. 'İmkansız ya. Ben uyduya göre saatlerimi kontrol ediyorum. Uyduya'.

'Ben yalnızca bir servis şoförüm ya! Uydu muydu, ne bileyim!'

Olsun.  Bu servise (geç) binmek için, hep aynı yoldan geçiyorum. Oldukça büyük bir cadde. Öğleden sonra trafik o kadar yoğun ki, iğne atsan yere düşmez. Kaldırımda korna çalan arabalar sanki kıyamet gününden
kaçıyormuş gibi sabırsızlıkla bekliyorlar. Bu arada, İstanbullu için, her sorunun çözümü korna çalmaktır. Caddenin biri önünde dursa, korna çal. İşyerinde çok kötü gün görsen, korna çal. Arkadaşın vahim bir hastalık geçirse, korna çal. Oğlun, kızın sana kafa atsa, korna çal. Açsan, korna çal. Fazla yersen, korna çal. Hepsine korna korna korna! Bu yazımı sevmezsen de korna çal. Sevsen bile, korna çal. Derhal! Her yerde her zaman durmadan korna çalsın!

Neyse, benim çıktığım zaman, yani sabah altı buçukta, hiç trafik yok. Dakikada bir iki araba geçiyor. Bu bomboş yolda, her sabah aynı şeyi seyrediyorum. Bir köpek var, yolun tam ortasında. 'Tatlı ya!'
falan diyemiyorum. Hem uyuz hem kirli hem kulakları paramparça hem kuyruğu eğri büğrü. Sanki çok kanlı bir kavgadan yeni gelmiş gibi görünen bir it yani. Ama davranışı bambaşka. Bir asil aileden çıkıp
gelmiş gibi davranıyor. Yolun ortasındaki yeni dikilen kıpkırmızı çiçeklerin arasında oturuyor. Bacak bacak üstüne atıyor. Yok, daha doğrusu pati pati üstüne atıyor--bir pahalı Nişantaşındaki kahvehanede
capuccino içen bir hanım efendi gibi. Tam ışığın arkasında böyle bekliyor. Her gördüğü şeyi aşağılıyormuş gibi çevresine bakıyor. Bazen çok sıkılmış gibi esniyor.

Ötesinden bir araba gelip, kırmızı ışıkta duruyor. Köpek başını kaldırıp, 'sonunda garson geldi' diyen hanımefendi gibi arabaya bakıyor.

Işık yeşil yanınca, köpek beklemediğim bir hızla ayağa kalkıp, değişiyor. Bir anda tamamen çıldırmış gibi havlayıp hırlayarak arabayı kovalamaya koşuyor. Aynen kudurmuş köpek veya açlıktan ölmek üzere olan bir kurdun geyik gördüğü gibi arabayı saldırıyor. Araba ise, bu havlama karşısında birden duruyor. Şoför penceresini biraz açıp, 'Sus' diye bağırarak korna çalıyor (tabii ki). Hem de nasıl! Ama artık köpek hiç
umursamıyor. 'Benim işim bitti, arabayı durdurdum!' gibi duygusuyla, rahatlamış bir şekilde dönüp kendisini çiçeklerin arasındaki yerine atıyor. Yine pati pati üstüne atıyor, esneyerek beklemeye başlıyor, bir başka arabayı. Bir daha araba geldiğinde, bu süreç baştan başlıyor. Durdurulduğu araba ise, henüz gitmemiş oluyor. Köpeğe öfkeyle bakarak korna hala çalmaya devam ediyor.

Ben sadece on dakika seyrediyordum ama belki saatlerce devam ediyor bu işi, her sabah. Çok çalışkan bir hayvan, bu köpek. Keşke öğrencilerim ile değiştirebilirdim.

Öğrencilerim bu sokaktaki işe köpekten daha uygun olur. Sporcu oldukları için bayağı hızlı koşabilirler yani, arabayı kovalamakta üstlerine olmaz. Fakat tembel oldukları için 'Çok zor ya! Ne yapayım!'
diye yakınacaklardır. Olsun. Öyle yapsalar, arabalara rahatsız vermezler. Çiçeklerin arasında oturup, çiçekleri falan çiğneyebilirler, köpeğin yaptığı gibi. Ama o köpek ya! Sınıfta nasıl öğrenebilir. (Hiç değilse öğrencilerimden daha öğrenebilir) Tamam, evet, biliyorum. Köpek falan konuşamaz, ama eminim ki, ben köpeğin havlamalarını öğrencilerin havlamalarından daha anlayabilirdim! İngilizceleri kötü falan demek istemiyorum. ‘Havlamak’ deyince hiç benzetme yapmıyorum. Onlar aynen köpek gibi havlıyorlar. Bu sorunun çözümü nedir. Bilmem. Araba olsaydım korna çalardım ama sadece haykırabilirim. Yani yaz tatili bekliyorum.

1 comment:

ezgi başaran said...

need your email.. pls contact me through this: ezgi.basaran@radikal.com.tr